Olağanüstü Bir Uyanış
Kültür ve Sanat - 03 Mayıs, 2021 - Okuma Süresi: 5 Dk.
03 Mayıs, 2021
İnsan; kelimelerin, virgüllerin, satırların arasında kendini bulabildiği kitapları daha çok sever, onlarla adeta bütünleşir. Stefan Zweig’ın 1920’li yıllarda ıslak mürekkebini narin kağıtların üzerinde kaydırırken yapmak istediği bu muydu bilemem fakat Olağanüstü Bir Gece beni kolumdan tuttu ve yetmiş sayfa boyunca yavaş yavaş kendimi bulduğum bir yolculuğa çıkardı.
Olağanüstü Bir Gece; hayatın, isteyebileceği her şeyi önüne sermiş olduğu bir adamın ruhsal uyanışını anlatıyor. Üst tabakanın dayattığı yapmacık, sınırlayıcı kurallarından bıkmış bir durumdadır ana kahramanımız. Hatta bu bıkkınlık öyle bir hale gelmiştir ki yaşamdan artık hiçbir zevk alamamaktadır. Her şeye karşı donuk bir hissizlik duymaktadır, hayattan ruhsal olarak kopmuştur, etrafa karşı kayıtsızdır. Sonra, aşağı yukarı altı saatlik bir zaman dilimi içinde yaşayacağı olaylar onun kendi dışına taşmasını, kendini ve yaşama sevincini, yaşamının anlamını bulmasını sağlayacaktır.
Bu kitapta beni en çok etkileyen şey depresyonun çok doğru ve sahici yansıtılması. Yazıldığı yılları da göz önüne aldığımızda aslında Stefan Zweig’ın insan psikolojisini ne kadar iyi tanıdığını daha iyi anlıyoruz. Bazıları için “aydın bunalımı” denilip üzerinde çok durulmadan geçilen bu durumun ne kadar derin ve ciddi olduğu bu kitapta muhteşem bir dil ve sözcük seçimiyle anlatılmış. Karakterimiz üst sınıfın pahalı kıyafetler ve abartılı jestlerle süslenmiş çelik duvarları arasında artık yaşamı tekdüzeye girmiş bir halde yavaş yavaş kendini kaybetmektedir. Dış dünyadaki olaylara karşı hiçbir şey hissetmemekte, onları göz ardı etmektedir. Hayatı boyunca hiçbir şey için gerçekten çaba sarf etmesine gerek kalmamış bu adam tam anlamıyla bir varoluş sancısı çekiyor. Benim için en can alıcı nokta ise karakterin bu durumun farkında oluşu. Bu farkındalığa ilk olarak sevgilisi onu uzun bir mektupla terk ettiğini yazdığı zaman ulaşıyor. Daha sonra yaşadığı durumlara karşı olan kayıtsızlığı ile de bu farkındalık pekişiyor. Bu farkındalığın benim için bu kadar önemli olmasının sebebi ise aynı durumu yaşamış olmam. Evet kitaptaki karakterden çok farklıyım; ama benim de aynı şekilde karşılaştığım olaylara karşı en ufak bir şey bile hissetmediğim zamanlar oldu. Sanki biri içimdeki yaşama sevincini çalmış. Neler olduğunun farkındayım ama bununla ilgili hiçbir şey gelmiyor elimden. Sanki içim ölü, ama dışarıdan bir belirti yok. Zweig’ın sözleriyle:
O an içimdeki bu donuklaşma sürecinin ne kadar ilerlemiş olduğunu birden görüverdim – hiçbir yere tutunmadan, hiçbir yere köklenmeden, akan suyun üzerinde kayar gibi yaşıyordum ve bu soğuklukta ölü, cesedimsi bir yan olduğunu gayet iyi biliyordum; gerçi henüz çürümenin kötü kokan soluğu hissedilmiyordu, ama umarsız bir donukluk, acımasız, soğuk bir duygusuzluk yerleşmiş, yani bedensel anlamda gerçek ölümün ve çürümenin dışarıdan da görüldüğü aşamanın eşiğine gelmiştim.
Karakterimizin bu donuk duygu durumundan kurtulması ise biraz tesadüfi. O gün önemli bir yarışın olduğunu öğrenince, yine isteksizce ama toplum ondan beklediği için, at yarışlarının yapıldığı yere gidiyor. Orada aynı sosyal statüde olduğu insanların kendilerini heyecana nasıl kaptırdıklarını görünce kendini sorgulaması daha da artıyor. İlerleyen dakikalarda ise öylesine, kibirden yaptığı küçük bir hareket sonrasında kendini birdenbire hırsız konumunda buluyor. Fakat işte o anda ilk defa karşılaştığı bu benlik onun içinde muhteşem bir heyecan patlamasına dönüşüyor. Bu satırları okurken Sigmund Freud’un teorisi aklıma gelip durdu. Freud’a göre, insan benliği üç aşamadan oluşur; ego, süper ego ve id. Özetleyecek olursak; id, insanlığın özünden gelen ilkel dürtülerden oluşan benliktir ve ego ve süper ego onu toplumun değer yargıları ve kurallarına göre baskılar, tutar. Kahraman ise ona sosyal statüsünden dolayı dayatılmış “onur” “itibar” gibi ego ve süper egonun güç aldığı kavramların ölü baskısı altında id’ini ilk defa kucaklayarak ruhsal bir uyanış gerçekleştirmiş ve uzun bir zamandan sonra yeniden hissetmiştir. Başka bir deyişle, ona özel biçilmiş burjuva gömleğinden soyunduktan sonra kendini bulmuştur.
Gecenin ilerleyen saatlerinde ise burjuvanın sahte görkeminden uzaklaşıp sokağa, normal halka, daha derinlere indikçe; sınıfsal ayrılıkları boş vererek sevmeye ve daha da önemlisi sevindirmeye başladığında ise belki “daha iyi bir insan değil ama daha mutlu bir insan” olduğunu görüyoruz karakterimizin. Sıradan halkın birbiriyle paylaştığı samimi mutluluğun parçası olmak hayatı boyunca hissettiği boşluğu dolduruyor. Bu karakterin kendine karşı olan çarpıcı itiraflarını, kendini bulma serüvenini okumak ve bunun bir parçası olmak içimi tarif edilemez bir duyguyla kapladı. Bir ilham oldu, belki de zaman benim de kendimi bulma zamanımdır?
Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan insan bütün insanları anlar.
- Stefan Zweig
E-bültenimize abone ol!
Haftanın en popüler içerikleri, en çok kazananlar ve staj haberleri bültenimizde.